Hz. Mevlana Hayatı ve Eserleri
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur.
Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur.
Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı.
Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.
1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.
Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi.
Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadrettin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"
Hz. Şeyh Ebu Bekir Kettani
Nakildir ki:
Hz.Ebubekir söylemiştir:----Birgün bir pir seccadesini eğinine(sırtına) bırakmış benim katıma geldi,selam verdi ve:
-Ya Şeyh !Niçin Makam-ı İbrahime gelmezsin?Oraya bir pir gelmiş,hadis rivayet eder,dinleyenlerin canları rahat olur,dedi.Ben sordum:
-O Pir hadisi kimden rivayet eder?
-Abdullah. Ebu Hüreyre,İbn-i Abbas'tan ki bunlar Peygamber Hazretleri Sallallahu
aleyhi ve sellem'den işitmişler.
-Ben bunları üstadsız işitirim dedim.
-Bu böyleyse çok kuvvettir,Sen onu kimden işitirsin?dedi(Gönlüm Allah'dan işitir ve bana haber verir dedim)
-Delilin var mı? dedi .
-Delilim odur ki sen Hızır Peygambersin dedim.Bukere Hızır der ki:
-Dünyadaki Allah velilerini hep bilirim sanırdım.İlla Ebu Bekr-i Kettani beni bildi amma ben onu bilmedim. Bundan malum oldu ki Allah'ın velileri vardır ki Hızırı bilirler, Hızır bunları bilmez.Ve dahi çok veliler vardır ki ne Hızır onları bilir,ne veliler onu bilir, Allah'dan başka onu kimse bilmez.Zira Allah'ın hasıdır, ona Allah'dan başka kimse muttali olamaz. Bazı veliler de olur ki, kendilerini bilmezler ,onların halini ancak Cenabı Hak bilir.
HAMZA-İ HORASANİ
Nakildir ki: Cüneyd Bağdadi birgün iblisi görür ki erenler boyunlarına ayağını basardı. Cüneyd: "Ya melun utanmazmısın ki bu erenlere küstahlık eder, başlarına çıkarsın" der.
İblis: "Onlar erenler değildir. Zira dünya sevgisi onların gönlündedir. Eğer gerçek er görmek istersen, filan kaya dibinde bir er var, git gör.
Cüneyd vardı gördü ki Hamza-i Horasani ibadetle meşgul. Sabretti. Namazı bitirince Hamza : " ya Cüneyd! Ol melun yalan söyler, O gerçek erenleri göremez ve yanlarından geçemez."
RABİAT-UL ADVİYE
Şeyh Ali Tırmizi söyler:
Rabiat-ul Adviye çöle girerek tam yedi yıl yanı üzere yuvarlanarak arafat dağına erişti. Hafiften bi ses işitti: "Ya müddei ! bu ne resimdir ki sen bizi istersin. Eğer sen dilersen ki biz tecelli edelim, ta sen durduğun yerde eriyesin. "
Rabia: "Hüdavenda! Senin eksikli kulunun bu tecelliye katlanacak mertebesi yoktur. Senin tecelline dağlar bile katlanamaz, pare pare olur. Benim için bu muhaldir ama fakirlikten bir nokta dilerim" dedi.
Nida geldi : " Ya Rabia! Ulu nesne diledin. Fakr bizim fahrimiz eseridir ki, erenler yolunda koymuşuz. Senin ta fakr makamına ermen için yetmişbin perde geçmen gerek. Şimdi sana değmez ki fakr sözünü anasın amma birkez yukarı bak"
Rabia başını kaldırıp yukarı baktı. Kandan bir deniz gördü, havada asılıydı.
" Bu deniz visalimizi isteyen aşıkların gözleri yaşıdır. Küllüsü ilk menzil içinde kaldılar; hiç nişanları belirmedi. Bizim hazretimizde yokluk makamına varmayınca var olmaz denildi."
Hazreti Ebu Muhammed İmamı Cafer-i Sadık (Kuddise sirruh)
Ol Mustafa milletinin sultanı, ve ol peygamber hüccetinin bürhanı, ol amili sıddık, ol ameli tahkik, ol veliler gönlünün köşesi, ol peygamber ciğerinin köşesi ol Aliyyül Mürtezanın Nakidi, ol Muhammed Mustafa'nın varisi, Şefii arif, aşık Ebu Muhammed Cafer-i Sadık, Radiyallahü anh Kaddesallahu sirre hazretleri Peygamberimizin ehli beytindendir. Enbiya ve sehabeleri ve ehli beyti zikredersek her biri için bir kitap yazmak lazımdır teberrük için Sallallahu Aleyhi vessellemin ehlinden başladık eğer anın cemi kerametlerini zikredersem dilim anı vasfa muktedir değildir, cümle ulum ve işaret tarikat, hakikat marifet içinde kamil idi cemi velilerin ulusu, ve ser çeşmesi idi.
Müminler imamı ve zevk ehline pişirev ve ibadet ehlinin mukaddemi ve zühd ehlinin mükerremidir, hakayık ilmi içre müsannif ve tefsir içinde müfessirdir. İmanı olan bir kişi islam davasını eder de ehli beyt ile ehli-sünnet ve cemaat arasında fark eder ve kalbinden yaramaz hisler geçirir, bu gibiler hazreti peygambere inanarak ehli beytine ve oğullarına ikrarı yok ise Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesselam hazretlerini bizar eder.
İmamı Şafii Radıyallahu anh hazretleri ehli beyti sevdiği için ana rafızıdır dediler ve zindana attılar ve ol bu mana içinde buyurmuşlardır ki, çün hakikat bilirsin kim dünyanın ve ahiretin padişahı fahrimürselin efendimiz ve alihi sahbihi ecmaindir. Gerektir kim anın yaranını anın yerinde tutasın ve eshablarıyla ehli beytini anın makamında bilesin ve cümlesine canı gönülden muhabbet kılasın ta imanın dürüst olup sünnilerden olasın. İmamı azam Ebu Hanife hazretlerinden sordular kim peygamber S.A.V. hazretlerinin yaranlarında ve ehli beytinde hangisi yüksektir: buyurdu kim: Kocalarda Sıddık ve Faruk, Yiğitlerde Osman ve Ali ve avretlerde Ayşe ve kızlarda Fatıma R.A. ecmaindir. Nakildir ki: zamane padişahı Mansur halife vezirine Cafer-i Sadıkı getir öldürelim dedi. Veziri men için çok ceydeyledi, ve dedi ki ol kişi bir bucakta oturmuş ve uzlet ihtiyar etmiştir, kendisini dünyadan çekip ibadetle meşgul olmuştur. Halifeye hiçbir ziyanı yoktur anı öldürmekte ne fayda ola; Halife vezirinin sözünü dinlemedi Caferi Sadık hazretlerini getirmeğe ademilerini emreyledi. ne zaman ki ben tacımı başımdan çıkarınca ol saat başını kesin dedi. Sadık'ı getirdiler Mansur anı görünce tahtından aşağı indi karşıladı. Sadıkın elini aldı tahtı üzerine çıkardı ve karşısında diz çöküp edeple oturdu. Vezirleri teaccüpte kaldılar, Sadık dedi ki: benden ne hacetin vardı ki, beni getirttin, Allahımın ibadetinden ayırdın kendi halimde meşgul olup dururdum, kerem eyle beni yerime gönder dedi. Halife derhal destur verdi, her türlü ağırlamak ve hil'at vermekle gönderdi. Halifeyi titremek tuttu, aklı şaştı yere düştü.
Davudu Tai (Kuddise sırruhu)
Ol alemi tarikat, Arifi hakikat, merdi hüdayı hazret Davudu-Tai R.A. velilerden idi ve seyyidül kavm idi. Tasavvufda, kemal de ve Ulum içinde eksiksiz idi. Hassatan fakir içinde yegane idi... Yirmi yıl Ebu Hanife'ye şakirdlik eylemiş, Fudail ve İbrahim Edhem Hz.lerini görmüş idi. Habibi Rai'nin Şeyhi idi ve gençliği halinde de içi korkulu idi. Halka hiç karışmazdı. Tövbesinin sebebi bu idi ki: birgün giderken şöyle bir söz işitti: " dünya fena, ahiret beka evidir". Bu sözün manası gayetle te'sir ederek kararı kalmadı. Dünya gözünden çıktı. Habibi Rai katına vardı. Uzlet ihtiyar eyledi. Ümidini halktan kesti. Hakk'a ümid tuttu.
- Davud suyu niçin güneşten kaldırmazsın dedim.
- Ben bu bardağı güneş yok iken koydum. Şimdi güneşten ötürü kaldırmaya utanırım...dedi.
Nakildir ki: Davud Hz.lerini güler gördükleri yoktu. Birgün bir dostu geldi. Gülerken gördü. Sordu:
- Senin hiç güldüğün yok idi. Ben geldim diye mi gülersin? Hz. Davud dedi: Geçen gece Rabbim bana üns şarabından içirdi. Onun için bugün şadlığımdan bayram ederim.
Davud birgün ekmek yerken bir ateşperest geçti. O ateşpereste kendi yediği ekmekten bir lokma verdi. Ateşperest de yedi. O gece avretiyle yattı. O lokmanın bereketine avreti Marufu Kerhi'ye yüklü oldu.
Bir kişi geldi, Davud Hazretlerine çok baktı. Hz. Davud:
- Nasıl çok söylemek ziyan getirirse, çok bakmak dahi öyledir, dedi.
Davud Hazretinin atasından çok evler kaldı.Bunlardan birine girdi. İçinde yıkılıncaya kadar oturup, o yıkılırsa diğer eve girerdi.
- Niçin tamir etmezsin? Harab olup giderr dediler:
- Dünyada harab olmayacak ev var mıdır? Ben Hak'la ahd eyledim, hiç imaretli ev içinde oturmayayım. Nihayet hep evleri yıkıldı. Bir dehliz içinde kaldı.. Ol gece Davud öldü, dehliz de yıkıldı.
Ol tarikat sultanı dünyadan gittiği gece anasından sordular:
- Hiç hastalanmadı mı? Anası dedi ki: - Bu gece sabaha değin namaz kıldı. Vitir namazını tamam edip secdeye vardı. Secde içinde can verdi. Sağlığında vasiyet eylerdi ki:
- Beni şehir içine koymayın. Yalnız yerde kabre koyun. Zira diriliğinde halktan kaçardı, ölünce de kaçmış oldu.
Dünyadan gittiğinde bir avaz işittiler:
- Ey yer ehli! Davud dünyadan gitti. Hakk'ka kavuştu. Hak Teala ondan razı oldu.
Bir ulu rüyada gördü ki Davud havada uçar ve:
- Elhamdülillah zindandan kurtuldum derdi.
Hz. Şeyh Harisi Muhasibi(Kuddise sırruhu)
Şeyh Hazreti Harisi Muhasibi kaddesallahu sırrahu aziz, ol zamanın şeyh'ul-meşayihi olmuştu. Feraseti vezirlikte binazir idi. Şeyh Abdullah-ı hafif der:
- Ululardan beş kişiye iktida ettik. Onlar da: Haris-i Muhasibi, Davud-i Tai, Cüneyd-i Bağdadi, İbn-i Ata ve Osman-ı Mekki kaddesallahu esrarahümlerdir.
Haris'e anasından otuz bin altın kalmıştı. Babası sünni olmayıp kaderi mezhebindendi. Bu malı beytül-mala verin, sultanın olsun dedi.
Resulullah s.a.v. buyuruyor ki: "kaderi mezhebinden olanlar bu ümmetin mecusileridir"
Haris: Allah'a layık kişilerin oniki hasleti saklaması lazımdır:
1- Ne yalan, ne gerçek yere and içmemek.
2- Yalandan sakınmak.
3- Va'dinden hulh etmemek.
4- Mahluka lanet okumamak.
5- Hiç kimseye beddua kılmamak.
6- Zulüm görse tahammül etmek.
7- Haramlardan sakınmak.
8- Kendisini, hiç kimseden ulu görmemek.
9- Hiç kimsenin hatırını kırmamak.
10- Müridi incitmemek.
11- Kaza gelirse sabır ve şükretmek.
12- Allahın farizalarını yerine getirmek.
Ve der ki: Her kim cennet ehli olmayı dilerse salih dervişlerle sohbette bulunsun.
Ve derdi: Ölürsen Allah için öl, O'nun için ölmezsen hiç ölme. Bu ise anlayana ne güzel nasihattir.
Sadık odur ki, halk ona rağbet etmedi diye hiç kaygı çekmez. Sıdk hak kılıcıdır.
Dünyadan gittiğinde bir akçası bulunmadı. Böyle tecrid üzere gitti.
HZ. MUHAMMED BİN SEMMAK (Kuddise sırruhu)
Hz. Muhammed bin Semmak kaddesallahu sırrahul aziz, imam ve vaizul müslimin idi. Maruf Kerhi'nin keşfi onun sözlerinden oldu. Harun Reşid ona gayet mutekid olup, azim hürmet ederdi. Ahmet Hevari Hz. leri nakleder:
- Birgün İbni Semmak hasta oldu. Bir yahhudi tabibe Semmak'ın vaziyetini sual için giderken, yolda gayet güzel yüzlü bir zata tesadüf ettik. Nereye gittiğimizi sordu:
- Sübhanallah! Allah dostuna Allah düşmanından istifade dilerseniz reva mıdır? Geri dönün!... İbni Semmak'a varın deyin ki elini ağrıyan yerine koysun. Ve şu ayeti okusun:"Biz o kuran'ı hak olarak indirdik ve o hak ile indi; seni de yalnızca bir müjde verici ve uyarıp-korkutucu olarak gönderdik."(surei isra, 105.ayet). Sonra geri döndüler. Bu ayeti okudu şifa buldu ve dedi ki:
- Ol Hızır Aleyhisselam idi.
Bir kişi Hz. Semmak'a niçin evlenmezsin? dedi. Cevap verdi ki:
- Benim içimdeki şeytan bana yetmez mi ki bir daha alayım da iki şeytan ile ben nice dirlik edeyim?..
Vakta ki eceli geldi:
- İlahi! Sen bilici padişahsın, ol vakitt ki ben günah ederdim amma, taat ehlini severdim. İlahi! Onlara olan sevgimi günahlarıma kefaret eyle ve bana rahmet kıl dedi. Çün dünyadan gitti, bir kişi onu düşünde gördü ve sordu:
- Allah sana ne kıldı? Cevaben:
- Rabbim bana rahmet kıldı ve günahlarımı yüzüme vurmadı, dedi.
ŞEYH MEHMED BİN ESLEM İT TÜSİ (Kuddise sırruhu)
Hz.Şeyh Mehmed Eslem it Tüsi kaddesallahu sırrahul aziz, yegane-i cihan, ve muktedai ruzigar idi. Ona Allah Resulünün dili derlerdi. Horasan içinde ittifak eylediler ki ondan yüksek kimse sünnete mutabaat eylemiş çıkmadı. Mehmed, birgün bir vaaz eyledi. Sohbeti müessir, nefesi gayet mübarek idi. O vaazında 50 kişi tevbe edip yola geldi.
Bir vakit tuttular, zindana koydular:
- Kur'an mahluktur diye söyle, yoksa seni zindanda çürütürüz dediler. Bir yıl zindanda kaldı. Her cuma günü gusül abdesti alır, zindan kapısına gelir, mescide çıkmak için izin ister, zindancı destur vermez geri döner, yüzünü dergaha tutardı.
- Eğer beni kılıçla parça parça ederlerse de Kur'an mahluktur demem derdi. Sonra zindandan salıverdiler.
Bir gün bir yahudi geldi.
- Sende hakkım var dedi. Mehmed de: - Şu hasırın altında altın vardır, geç al dedi. O gün kendisi kalem yontmuş, kalem kırıntılarını da hasır altına koymuş idi. Yahudi hasırı kaldırdı, gördü ki kalem ufağı altın olmuş. Taaccüb eyledi. Ve dedi ki:
- İçinde bunun gibi kişi olan din batıll olamaz, şahadet getirdi, Mehmed'in elinde müslüman oldu. Ve bütün kabilesi de müslüman oldu.
Dediler ki:
- Biz Tevrat içinde şöyle okuduk:"hangi din haktır, o dinde kişiler ola, kalem yontalar, kalemlerinden düşen altın ola" İşte bu din hak dindir.
Mehmed bin Eslem Hz.leri Nişabur şehrinde vefat eyledi. Rahmetullahi Aleyh.
ŞEYH AHMED-İ HARB (Kuddise sırruhu)
Hz. şeyh Ahmed-i Harb kaddesallahu sırrahul aziz'in faziletleri çok idi. Zühd, vera ve ibadet içinde misli yoktu. Ahmed bin Hanbel R.A. gibi kişi, ölüm haline gelince vasiyet eyledi: - Beni Ahmed-i Harb'in ayağı ucuna koyun. İnşaallah Allah'ım beni onun yüzü suyu hürmetine bağışlar dedi.
Birgün anası bir kuşcağız pişirip getirdi.
- Ya oğul, bu kuşu ben kendi evimde beslledim, helaldir, ye dedi. Ahmed
- Bu kuş birgün damı üzerindeyken yedi. O komşu cers erenlerindendi. Benim boğazımdan geçmez diye cevap verdi.
Ahmed'in bir namazgahı vardı. Daima namazı onun için kılardı. Birgün namaz kılarken gönlünden geçti ki: "yağmur durursa eve gideyim". Hafiften bir avaz geldi kim:
- Gönlünü evde koydun. Sen burada gönülsüz neylersin?
Ahmed secdeye vardı, istiğfar etti.
Birgün Nişabur uluları Ahmed'in yanına sohbet etmeye geldiler. Ahmed'in bir oğlu vardı. Sarhoş olarak yüksek sesle geldi ve kapıdan geçti. Atasından ve bu ululardan utanmadı. Bu uluların renkleri mutagayyir oldu. Ahmed: - Niçin melul oldunuz dedi.
- Oğlun için... Ahmed dedi:
- O mazurdur, ondan ötürüdür ki bir gecee komşudan yiyecek geldi yedik. Anasıyla sohbet ettik. O gece bu oğlan ana rahmine düştü. Sonra beni öyle uyku tuttu ki vazifem veft oldu. Sabah olunca sorduk. Bu aş döğüş aşı imiş, bize ondan vermişlermiş.
Ahmed-i Harb'in Behram adında bir komşusu vardı. Bezirgandı. Ortağı malı alıp giderken, yolda haramiler hepsini almıştı. Behram işitince malul oldu. Hazreti Ahmed işitti. Yarenlerine:
- Varalım komşunun halini soralım, öğütlleyelim... Yanına vardılar:
- Ya komşu! Malın alınmış, gussa yeme, Allah yine verir. Kafir dedi ki:
- Malım alındı. İlla ki üç şükrüm var: Evvel kafir isem ne var? Dinim bir nicedir. İkincisi kalan malım bana yeter. Üçüncüsü mal benim, başkasından borç almamıştım. Şeyhe bu söz hoş geldi. Yarenlerine:
Bu sözü yazın hikmettendir, bunlardan müslümanlık kokusu geliyor. Kafir evde büyük bir ateş yakmış, secde edip tapardı. Şeyh sordu:
- Bu ateşe niçin taparsın?
- Çünkü yarın beni yandırmasın, bana veffası olsun Allah'a çabuk götürsün. Şeyh dedi ki:
- Komşu evvelce güzel sözler söylemiştinn. Fakat şimdi yanıldın dedi. Od'un (ateşin) vefası yoktur. Sen ondan olamazsın. O zayıf bir nesnedir bir damla sudan söner. Böyle zayıf bir nesne seni nasıl kavi eder. Ve sana ne faydası dokunur. Gel ikimiz ateşe ellerimizi sokalım dedi. Kafir:
- Evvela sen sok dedi. Şeyh elini soktu,, ateş yakmadı. Kafir onu gördü fakat elini sokmadı, zira yakacağını biliyordu. Dedi ki:
- Ey müslümanlar ulusu; sana üç şey soraayım, cevap gverirsen iman getiririm. Şeyh:
- Sor!
- Hak teala bu halkı niçin yarattı ve rıızkını da verdi sonra bunları niçin öldürür ve neden diriltir? Şeyh:
- Onun için yarattı ki: Anın birliğini vve Kudretini, ve rızkını vererek Rezzaklığını, öldürerek kahharlığını, tek dirirlterek anın Bakiliğini bilsinler dedi. Behram-Mecusi bunları işitti. Parmağını kaldırıp iman eyledi. Şeyh nara vurdu, düştü, bayıldı. Sonra aklı başına gelince sordular:
- Ey şeyh! ne oldu?
- Bana bir hitab geldi. Behramı, yetmiş yıllık kafir ve ateşe taparken bu dem müslüman oldu. Sen yetmiş yıllık müslümansın akibetinin ne olacağını bilir misin?.. denildi.
ŞEYH HATEM-İ ESAM (Kuddise sırruhu)
Şeyh Hatem-i Esam kaddesallahu sırrahu Belh meşayihinin ulularından idi. Cüneyt gibi aziz, onun hakkında:
- Bu zamanın sıddıkı Hatem-ül Esam'dır demiştir. Tasnifleri vardır. Mubarek kulağı sağır değildi. Fakat Hatem-i Esam dediklerinin sebebi: Birgün ona birşey sormağa bir kadın geldi. Konuşurken kaza ile o avretin yeli uçtu. Hatem kendini işitmeze verdi:
- Yüksek söyle, kulağım ağırdır, işitmiyorum dedi. Ta ki o kadın hacil olup utanmasın diye, yaşadığı onbeş yıl müddet içinde Hatem kendisini sağır hesabına koydu. Kadın ahirete intikal ettikten sonra bunu devam ettirmeğe lüzum görmedi. Ona sağır demelerinin sebebi bu idi...
Hatem'in hatunu da saliha ve kerameti zahir olmuş idi. Birgün Hatem Hazretleri gazaya gitmek istedi. Avretine:
- Ben dört aylık sefere giderim. Bu dört aylık müddet içinde ne kadar nafaka istersin? diye sordu. Avreti:
- Diri kalacağım kadar nafaka bırak. Hatem:
- Dirirliğin ve ölümün benim elimde değil Hak Tealanın elindedir. Avreti:
- Öyleyse benim rızkım da senin değil. Cenabı Hak'kın yedindedir. Hatem bu sözü beğendi ve ona dua kıldı. Komşu hatunları gelip, Hatem'den niçin nafaka istemedin? dediler. Cevaben:
- O da benim gibi rızık yiyicidir, verici değil...dedi. Hatem Hz.leri gazada bir kafirle karşılaştı. Kafir Hatem'i yere yatırdı. Bıçakla boğazlamak isterken Hatem, okla avretinin kafiri öldürdüğünü gördü. Ve yine Hatem'in gözünden kayboldu.
Hatem Hz.lerine bir kişi:
- Bana namaz öğret, Hatem:
- Evvel abdest al, dışını su, içini tevbe ile arıt. Ondan sonra mescide var, kabeyi iki kaşının arasında, Azraili arkanda, cenneti sağ, cehennemi sol yanında, sırat köprüsünü de ayağının altında farzet, hepten gönlünü Hak'ka ver ve Hak'kı bil. Azametle tekbir al, korkuyla otur. Heybetle Kur'an oku, tazarru ile rüku eyle, tevazu ile secde kıl ve zarılıkla tahiyyat oku ve Allah'a selam ver. İnşallah kabul olur dedi.
Ve derdi ki:
- Zamanımızın alim ve zahitlerinin tekeebbürlüklerini teraziye koyup tartsalar, beylerin tekebbürlüğünden ağır gelir.
- Gökcek(güzel) yerlere mağrur olma, cennetten gökcek yer olmaz, Adem ile Havva A.S. isyanı orada ettiler. Amel çokluğuna mağrur olma, iblisten artık amelin olamaz, melun oldu. İlim çokluğuna mağrur olma. Bel'am bin Baur'un ilminden çok olmaya ki son nefeste dünyadan imansız gitti.
- Dört ölümü tatmadıkça, Hak'ka layık oolunmaz: Evvel: Mevt-i ebyad ki açlıktır, ikinci; mevt'i esved ki eza ve cefaya tahammüldür, üçüncü; Mevt'i ahmer ki nefse muhalefettir, dördüncü; mevt'i ahkar ki eski palas ve avam elbise giymektir.
Gönül beş türlüdür: 1- Ölü, 2-Hasta, 3-Gafil, 4-Uyanık, 5- Sağ: Arif olan bunların cümlesini bilir.
Münafıkların nişanı odur ki, dünyaya hırsla sarılır. Men ve nehyde şekkeder. Sadakayı riyayla verir.. Mü'minin nişanı odur ki, ne verirse Hak için verir, cümle işini Hak için eder.
Gazilik üçtür: Küffarla, şeytanla ve nefisle uğraşmaktır ki ta ölünce veya öldürülünceye kadar.
Beş yerden gayri yerde acele şeytandandır: O beş şey şunlardır:1-Misafire taam yedirmekte, 2-Ölüyü defn etmekte, 3- Kızı ere vermekte, 4- Ölüm gelmeden tevbe etmekte, 5-Vakti geçmeden namazı kılmakta...
Nakildir: Birgün Hatem'e bir nesne verdiler, kabul eyledi. - Ya şeyh! sen kimseden nesne kabul eylemezdin bunu neden kabul eyledin diye sordular. Dedi ki:
- Kabul etmekliğin içinde kendi horluğuumu ve onun da azizliğini gördüm. Geri vermekte de benim azizliğimi onun horluğunu gördüm. Onun azizliğini kendi horluğuma tercih ettim.
Horasan'da büyümüş, Şakik-i Belhi'nin müridi, ve Ahmed-i Hadruiye'nin şeyhi idi.
ŞEYH SEHL BİN ABDULLAH-İT TÜSTERİ (Kuddise sırruhu)
Ol seyyahı deryayı tarikat, ol gavası "Osmanı hakikat, şeyh Sehl bin Abdullah-it Tüsteri kaddesallahu sırrahu ve ruhahul aziz. Şeyhi, Zünnuni Mısri Hz.leri idi.
Sehl bin Hazreti Abdullah der: - Gözümün önündedir ki Hak Teala benim ruhuma, ezel aleminde "Elestü Rabbikum?" dedi. Ben: - Bela cevabını verdim.
Sehl Hz.leri söyler:
Ben üç yaşındayken gece namazı kılardım. Dayım Hazreti Mehmed Suvar beni görür ağlardı. Birgün ben:
- Ya dayı! bana öyle hal olur ki gönlüm karar tutmaz, neyleyim? dedim. Dayım:
- Ya Sehl! Bu sırrı kimseye söyleme, bu hal çocuklukta kimseye müyesser olmaz deyip bana öğüt verdi:
- Ya Sehl! Daima Allah ile ol. Uykudan uyanınca " Allah benimledir, Allah benim halime şahiddir. Allah beni görür" de.
Ben bu kelimeleri söylerdim bana zevk hasıl olurdu. Sonra beni mektebe verdiler. Yedi yaşımda Kur'anı hatm eyledim ve yılın oniki ayında oruç tutardım. Orucu arpa ekmeğiyle açardım Oniki yaşında tüster'e geldim, Basra'ya gidip geri döndüm. Arpa ektim. Üç günde bir parça ekmek ve gün olurdu ki dört gece bir badem içi yerdim.
Anasından kalmış çok malı vardı. Birgün halkı çağırdı. Bütün malını dağıttı ve alacaklılarını da bağışladı. Yaya Kabe'ye gitti. Giderken: - Ey nefis! Muflis oldun artık benden nesne isteyeceğin kalmadı. Eğer dilersen de bulacak değilsin. Ve bir nesne istememeğe de ahtetti. Küfe şehrine geldi. Nefsi orada balık ekmek yemek istedi. Nefsi ta Mekke'ye kadar incitmeyeyim dedi. Şehre girdi. Un öğütür at değirmenini gördü. Sordu ki:
- Bu atın kirası günde nedir?
- İki dirhem nafakası var.
Bugün atı salıverin, yerine beni bağlayın, günde bir dirhem verin.
O atı çözüp yerine Sehl'i bağladılar Akşama kadar değirmeni döndürdü. Bir dirhem verdiler. Balık ve ekmek aldı ve nefse:
- Her ne zaman benden nesne dilersen, sana layık olan böyle bir hizmeti yapar, dileğini o suretle yerine getiririm dedi ve nefsini köreltti. Oradan Kabe'ye vardı. Çok meşayıh gördü. Hac şartını ifa edip, yine Tüster şehrine döndü. Zünnun Hazretlerini orada bulup ona mürid oldu. Şeyh Sehl'e eylediği nazar ve himmeti kimseye etmedi. Hazreti Zünnun Mısır'a döndü. Sehl orada kaldı. Dört ay ayak üstünde durdu. Yere oturmadı. Parmağını sarmış idi. Bir derviş ona: - Niçin parmağını sardın? diye sordu. - Ağrıdı diye cevap verdi. O derviş Mısır'a geldi. Hazreti Zünnun da parmağını sarmış gördü. Sordu:
- Niye parmağını sardın? - Filan vakitteen beri ağrıyor cevabını aldı. Derviş diyor ki: - Anladım ki Zünnun'un parmağı ağrıyınca, üstadına müvafakat için Sehl de parmağını sarmış.
Derdi ki: Hak'ka layık olan kişinin altı şeyi işlemesi gerek: 1- Kur'an hükmünü tutması, 2- Resul A.S. sünnetlerine mutabaat eylemesi, 3- Haramı terk eylemesi, 4- Yaramaz işlerden uzak olması, 5 - Bilcümle hakları ödemesi, 6- Nasuh tevbesi etmesi.
- Tevbe müesser olmaya o kişiye, ta ki dilsiz olmadıkça. Dilsiz olmaya, ta halvete girmedikçe halvete girmeye, ta helal yemedikçe. Helal yemek hasıl olmaya, ta ki endamı azalarını memnu'at ve menhiyattan korumayınca. Bu da hasıl olmaya ta Hak'dan inayet olmayınca.
- Beş nesne ademin cevheridir: 1- Yoksullken kendini gani göstermesi, 2- Aç iken kendini tok göstermesi, 3- kederli iken şad göstermesi, 4- Düşmanına dostluk göstermesi, 5- Gece namazı kılıp ve gündüzleri oruç tutup gine kendisini kavi göstermesi.
İki yüzlü kişi sıdk kokusu bulmaz.
Her kim uçmağa girdi, korkudan emin oldu. Her kim sünnete girdi, o da korkudan emin oldu.
Yardımcıların en üstünü Allah'dır(Celle Celallahu). Mürşidlerin en üstünü Hz. Resul S.A.'dır. Azıkların en üstünü takvadır.
Ve der ki: - Hak Teala kullarına üç nida kıla kim, evvela: - Ey kulum insafa gelmez misin? Ben seni anarım, sen Beni anmazsın. İkinci: -Ya kulum, Ben seni dergahıma korum, sen Beni bırakır, başkalarının dergahına kaçarsın. Üçüncü: - Ey kulum Ben seni belalardan kurtarırım, sen varır kendini belalara koyarsın.
Hak Teala buyuruyor: - Ben halkı, zarını bana söylesin. Söylemezse bile Benden yana baksın. Bakmazsa bari dergahımdan kaçmasın, dergahıma gelmezse bari Benden hacet dilesin diye yarattım.
Ademin gönlü diri olmaz, ta ki nefsi ölmedikçe. Her kim nefse hakim olmaz, hor olur.
Sofi oldur kim Allah'dan gayriden safi ola, halktan müntaki ola, toprak ile altın onun yanında bir ola.
Tevekkül ehline Hak teala üç nesne vere: 1- Keşf-i gayb, 2- Müşahede, 3- Kurb-i hak.
Günde bir kez yemek sıddıkların işidir. İki kere yemek mü'minlerin işidir. Üç kere yemek uluf-i harlıktandır, hayvanların işidir.
Hz. Sehl'in eceli geldi. Ölüm döşeğine yattı. Bir ulu onun başı ucunda oturdu ve sordu:
- Ya şeyh! Senden sonra mimbere kim çıkssın ve Senin yerine mimbere kim otursun? Gözünü açtı Şad-ı Dil isminde o şehirde bulunan bir kafirin ismini verdi ve:
- Minbere o çıksın dedi, gözlerini kapaddı.
- Şeyhin aklı gitmiş!Bu kadar müridi varrken yerine bir kafiri nasb eyledi diye halk söyleştiler. Şeyh mubarek gözlerini yine açtı.
- Vaktim azizdir, kavga etmeyiniz. Varın Şad-ı Dil'i bana çağırın, bana gelsin. Şad-ı Dil gelince şeyh dedi:
- Ya Şad-ı Dil! Sana vasiyetim: Üç gün sonra minbere çık, müslümanlara vaaz eyle.
Hemen can-ı pakini Hak'ka ısmarladı. Üçüncü günü ikindi namazından sonra Şad-ı Dil minbere çıktı. Başında sorguç belinde zünnar vardı. Halk mütehayyir oldu. Dedi ki:
- Ey Sehl müridleri! Şeyhiniz beni size elçi verdi ve bana: - Ya Şad-i Dil! Henüz vakit olmadımı ki zünnarı kesesin. İmdi zünnarı kestim dedi. Zünnarı belinden çıkardı, ikisini de yabana attı ve parmağıyla şehadet getirdi ve dedi ki:
- Ey cemaat! Şeyh bana zahirde zünnarımı kesmemi söyledi. - Şefaat ve ahirette kendisini görmek isteyenlerin de batın zünnarını kesmesini buyurdu. Halk bu sözü işitince hep birden figan ettiler ve ağlaştılar.
Ebu Talha der ki:
- Şeyh anasından doğduğu zaman oruçlu iddi. Üç gün süt emmedi. Ömrünün son üç günü de oruçlu geçti.
Nakildir: Birgün kafir geçti. Hazreti Sehl: - Bunda müslümanlık sırrı var dedi. Şeyhin vefatından sonra bir mürid şeyhin türbesi yanında dururken o kafir de oradan geçiyordu. Mürid seğirtip kafirin önüne çıktı. Şeyhinin sözünü ona anlattı. Kafir dedi ki:
- Gel şeyhinin kabrine varalım, bana: - Müslüman ol desin, olayım dedi. Kabre vardılar. Şeyh:
- Ya filan! Tamu ehlinden, uçmak ehli yekdir, dedi. Kafir bu sözü işitince, tevhid getirdi, müslüman oldu.
ŞEYH MARUF-I KERHİ (Kuddise sırruhu)
Ol rehnuma'yı rah-ı hakikat, ol arif-i esrar-ı şeyh-i hazret Maruf-ı Kerhi kaddesallahu sırrahul aziz. Ariflerden: Eğer o arif olmasaydı ona Maruf demezlerdi. Kendi kafiroğlu idi. Anası, atası onu kendi din mekteplerine verdiler. Üstadı "Salisun Selase" de dedi. Maruf " La haşa Allah üç olmaz birdir ve cümle mahluku kahredicidir" diye cevap verdi. Üstadı Maruf'u dövdü. Ne kadar çalıştıysa dediremedi, akibet Maruf kaçtı, atası anası gönderdiklerine pişman oldular, keşke göndermeseydik ne dinde olursa olsaydı, biz de o dine döneydik dediler. Hazreti Maruf vardı, imam Ali bin Musa R.A. hazretlerinin mübarek elinde müslüman oldu. Akşam evine geldi.Atası, anası görüp şad oldular. Sordular ki:
- Oğul ne dindesin.
- Hz. Muhammed Mustafa S.A.V. dinindeyimm. Bunlar da müslüman oldular. Ondan sonra Maruf, Davudu Tai'nin eşiğine vardı. Çok riyazet çekti. Ve irşad hasıl oldu. Ve müşarün ileyh oldu. Mehmad-i mansur-i Tusi der ki:
- Birgün Maruf'u bağdad'da gördüm. Yüzü sıyrılmış.
- Bu nişan sende yoktu, neden oldu? diyee sordum.
- Sana ait olmayan şeyi neden sorarsın.
- Mabudun hakkıyçün söyle.
- Kimseye söyleme. Birgün sabah namazınıı Bağdad'da kıldım Sonra vardım Kabe'yi tavaf eyledim. Zemzem kuyusuna su içmek için gittim. Ayağım kaydı, düştüm. Bu nişan odur dedi.
Birgün bir bölük yiğit Dicle ırmağı kenarında şarap içip fesad işlerlerdi. Maruf'un yolu bunlara uğradı. Bu yiğitler dediler ki: - Ya şeyh bize dua kıl. İşbu suya gark olalım ki bizim şu melanetimiz halka değmesin. Maruf elini kaldırdı:
- İlahi bu yiğitlere dünyada hoş dirlik verdiğin gibi, ahirette de dirlik ver dedi. Yiğitler: - Bu sözün manasını anlayamadık dediler. Maruf:
- Hak Teala size ol cihanda dirlik vermeek isterse, tevbe nasib kıla dedi. Yiğitler bu sözü işitince içkilerini döktüler, çalgılarını kırdılar, tevbe eylediler. Şeyhin elini öptüler, ol cihanda da hoş hal dirliğine kavuştular.
Maruf'un bir dayısı vardı ki şehrin naibi idi. Birgün geçerken gördü ki Maruf ekmek yer, bir kendi ısırır, bir ite verir. Dayısı:
- Ey Maruf! Utanmaz mısın ki itle berabeer yersin dedi:
- Gerçeksin, ben de utandığımdan böyle yyerim dedi. Maruf başını kaldırdı. Havada gördüğü bir kuşu çağırdı.Kuş başını tüyü arasında gizledi. Maruf'un önünde oturdu. Dayısı:
- Bu kuş niçin başını gizleyip, göstermeez diye sordu. Maruf:
- Ben Allah'tan utanırım. şüphesiz O da benden utanır.Her kim Allah'tan utanırsa, halk da ondan utanır dedi. Dayısı mahcup oldu.
Birgün Maruf tebevvül etti. Derhal toprakta teyemmüm etti.
- Ya şeyh Dicle ırmağı yakın iken niçin teyemmüm edersin?
- Dicle ırmağına varıncaya kadar diri kaalacağımı biliyor musunuz, dedi.
Buyurur ki: Cömertlik nişanı üçtür: 1- Hilafsız vefa, 2- Sualsiz ata, 3- Minnetsiz şefkat. İşte bu üç, evliya nişanıdır. 1- Endişesi hep Allah ola, 2- İşleyeceği işi Allah için işleye, 3- Gönlünün Gönlünün arayış ve kararı yani dolanımı Hak'la ola.
Hakkın kulları üzerine inayet nişanı odur ki amel kapısını aça, faidesiz söz kapısını kapaya. Amelsiz cennet istemek vebaldir. Allah emrine muti olmadan rahmet ummak cehildir.
Birgün Maruf hoş taamlar yerdi.
- Bu hoş taamı niçin yersin? dediler. - Ben konuğum, konuğa ne verirlerse onu yer dedi.
Maruf Hazretinin Hak katında muamelesi öyle idi ki, vefatından sonra Bağdad'lılar onun kabri toprağına müstecab (Kabul olunmuş dua) ve tiryak-i mücerreb (Tecrübe edilmiş panzehir) derlerdi. Ve her ne hacet ki anın toprağına dileyeler, kabul olurdu.
Hazreti Maruf vefat eyledi. Hayatında bile Maruf bizdendir deye lütfundan, hüsn-u hulkundaki kemalinden, cühudlar, hristiyanlar, müslümanlarla çekişirlerdi.
Ölümünde de bu münakaşa yapılırken, bir müridi dedi ki:
- Siz çekişmeyin, ben şeyhten işittim: - Benim cenazem hangi millet katında durrursa ben onlardanım demişti. Filhakika cenaze, müslüman kavmi başında durdu. Yukarıya kalktı. Bunun üzerine kabri şerifini müslüman kabristanına kazdılar.
Maruf birgün oruçlu idi. Müridleriyle giderken ikindi vaktinde gördüler ki bir saka su gezdirir ve derdi ki:
- Benim suyumdan içen kişiye Allah (C.C..) rahmet eyleye...Maruf aldı o sudan içti. Müridler orucu bozdun dediler.
- Sakanın duasına rağbet eyledim dedi. Vakta ki Maruf Hazretleri dünyadan göçtü, rüya da gördüler:
- Allah sana ne kıldı dediler.
- Beni Allah Teala, sakanın duası berekaatıyle yarlığadı. Sırrı Sakati der ki:
- Maruf'u düşümde gördüm. Arşı rahman alltında hayran otururdu. Hak'tan hitab oldu ki: - Maruf aşkımızdan hayran oluptur, bizi görmeyince aklı gelecek değildir.
ŞEYH FETH-İ MUSULİ (Kaddesallahu sırrahu)
Hz. Şeyh Feth-i Musuli kaddesallahu sırruhu meşayı izamın ulularından idi. Halkın kendisini bildiğini dilemezdi. Bezirgan sansınlar diye bir bölük kilitleri yanına takardı. Sıdk ı sordular. Elini demirci ocağına soktu, bir parça kızarmış demir çıkardı. Bir zaman elinde tuttu.
- İşte sıdk budur dedi.
Nakildir: - Bir gece, emir-ül mü'minin Ali K.V. 'yi düşümde gördüm. Bana öğüt ver dedim.
- Eğer bay isen, dervişlere tevazu eyle. Eğer yoksul isen baylara tekebbürlük eyle. Feth hazreti dünyadan gittiği zaman ulu bir kimse onu düşünde gördü ve sordu: - Allah Teala sana en eyledi? - Allah bana niçin çok ağladığımı sordu. Dedim ki:
- Günahlarım od undan. Buyurdu ki:
- Ya Feth! Günahlarını yazan feriştehe; ağladığını görünce "yazma" derdim.
ŞEYH AHMED-İ HAVVARİ (Kuddise sırruhu)
Ol şeyh-i kebir, kutb-i vakit, Ahmet Havvari kaddesallallahu ruhahul aziz, yegane-i vakit ve Süleyman-i Darani'nin müridi id. Cüneyt onun hakkında:
- Ahmed Şam reyhanıdır derdi. O halinde ilim okumağa meşgul idi. İlmi kemale geldikten sonra bütün kitaplarını suya attı. Şimdiye değin ilim ile meşgul idim, şimdengeru hal ile meşgul olayım dedi.
Birgün Süleyman Darani söze dalıp durdu. Ahmed geldi: - Tennurı yandırmışlar ne buyurursunuz? Şeyh, cevap vermedi. Ahmed bu sözü üç kere tekrarladı. Süleyman:
- Var orada otur!...Ahmed vardı, kızarmış tennure oturdu. Bir müddet sonra şeyh kendi haline geldi. - Ahmed'i varın görün. O sözüme muhalefet etmemek üzere benimle kavl eyledi. Ol tennure girmiştir. Vardılar gördüler ki Ahmed tennure girmiş. Bir kılı bile yanmamış.
Ahmed bir gece düşünde gördü ki: Güzel yüzlü bir huri geldi, karşısında oturdu. Ahmed:
- Ne güzel yüzün var!.. Huri:
- Dün gece Allah korkusundan ağladın. O yaşı yüzüme sürdüler. Ondan yüzüm böyle parlak oldu.
Derdi ki: Her kim gönül diliyle dünyaya nazar kılarsa, Hak Teala onun gönlünden zühd nurunu giderir.
ŞEYH AHMED-İ HADRAVİYYE (Kuddise sırruhu)
Şeyh Ahmed-i Hadraviyye kaddesallahu ruhahul aziz Horasan maşayihinin abidi idi.(Sık sık hatırlanan, ziyaret olunan.) Sahih-i tasnif idi. Bin müridi vardı. Havada uçar, seccadesini suya serip namaz kılardı. O evvela, Hatem-i Esam Hz.lerinin müridi idi. Ebu Turab'la çok sohbet eylemişti. Ebu Hasf-ı Hattat Hz.ini görmüş idi.
Birgün Ebu Hafs'a sordular:
- Bu taifede kimi gördün?
- Ahmed-i Hadraviyye'den yüce himmetli vve sadık kimse görmedim. Eğer Ahmed olmayaydı, fütüvvet ve merhamet olmazdı.
Belh padişahının kızı Fatıma onun zevcesi idi. Bir gün kız tevbe eyledi. Şeyh Ahmed'e beni al diye haber saldı. Ahmed kabul etmedi. Bu defa kız haber gönderdi ki:
- Ey Ahmed! Ben seni yol kayırıcı sanırddım! Meğer sen yol kapayıcı imişsin. Bunun üzerine Ahmed Fatıma'yı aldı. Din için de Ahmed'e yardımcı oldu. Dünya hırsını terkedip ibadetle meşgul oldu.
Birgün, Ahmed, Sultanul arifin, Beyazıd-ı Bestami'nin ziyaretine vardı. Fatma ile beraberdi, Beyazıd sohbetine erişdiler. Fatıma, nikabını (yüzünden) kaldırıp, Beyazıd ile teklifsiz konuşunca Ahmed mütegayyir oldu.
- Ey Fatıma bu edep değildir küstahlık eeyleme.Fatıma:
- Sen bana mahrem'i tabiatsın, Beyazıd'dda mahrem'i Tarikattır. Ben senden hevaya, Beyazıd'dan Hakka ererim. Beyazıd benden bi niyazdır, senin benden niyazın vardır diye cevap verdi.
Birgün Hz.i Beyazıd Fatıma'nın elini kınalı gördü: - Ya Fatıma elin niçin kınalıdır? Fatıma:
- Şimdiye değin elimin kınasını görmezdiin, şimdi elimin kınasını gördün, artık seninle küstahlık eylemezem.
Beyazıd'ı Bestami:
- Her kim kadın tonunda er görmek istersse Fatıma'yı görsün dedi.
Bir veliden nakledilmiştir: - Ahmed Hz.tini birgün bir altın kağnıya binmiş hava yüzünde gider gördüm.
- Bu mertebe ile nereye gidersin.
- Filan azizi ziyarete giderim.
- Senin bu kadar merteben varken, o seniin ziyaretine niçin gelmez?
- Bu mertebeyi ben ziyarete varmakla bulldum. Eğer o bana geleydi, bu mertebe onun olurdu.
Birgün bir derviş şeyh Ahmed'e misafir oldu. O gece yetmiş mum yaktırdı. Derviş dedi ki: - Eğer Hak için yandırırsan bir mum kafi. Ahmed:
- Var hangisi Hak için değilse söndür. DDerviş o gece sabaha kadar uğraştı. Su ve toprakla yetmiş mumun birisini bile söndüremedi. Sabah olunca Ahmed geldi.
- Ne yaptın?
- Birisini bile söndüremedim, şaştım kalldım.
- Gel daha acaibler göresin.
Bir kiliseye vardılar ki, bir bölük ruhbanlar oturur. Ahmed de oturdu. Taam getirdiler, Ahmed:
- Allah dostu, Allah düşmanının taamını yer mi? Ruhbanlar da:
- Bize iman telkin eyle dediler ve müslüüman oldular. Ahmed o gece düşünde gördü ki, Hak Teala:
- Ya Ahmed! Bizim için sen yetmiiş mum yandırdın. Biz de senin için, yetmiş gönülde iman nuru yandırdık buyurdu.
Şeyh Ahned-i Hadreviyye der ki: - Her kim dervişlere hizmet eyleye, Hak Teala ona üç türlü bahaşayişde buluna: 1- Sehavet, 2- Husnu hulk, 3- Tevazu.
Her kim dilerse Allah kendisiyle ola, sıddıklarla sohbet eylesin. Nitekim Kur'anda buyurur: "Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğrularla birlikte olun"(Surei Tevbe 119. ayet)
Şeyh halet-i nez'inde Hak'ka münacat eyledi ki, altmış akça borcu vardı, dervişlere yedirmişti.
- İlahi! Çün beni alırsın borcumu ödeyip de öyle al. Ve ilave etti:
- Ben, borçlularım katında rehin gibiyim.
Halet-i nez'inde yatarken kapıya bir hoca geldi.
- Hz. Ahmed'in alacaklıları gelsin dedi.. Geldiler, borçları ödedi. Ondan sonra şeyh Hz.ti canı pakini Hak'ka ısmarladı.
ŞEYH MEHMED BİN ESLEM İT TÜSİ (Kuddise sırruhu)
Hz.Şeyh Mehmed Eslem it Tüsi kaddesallahu sırrahul aziz, yegane-i cihan, ve muktedai ruzigar idi. Ona Allah Resulünün dili derlerdi. Horasan içinde ittifak eylediler ki ondan yüksek kimse sünnete mutabaat eylemiş çıkmadı. Mehmed, birgün bir vaaz eyledi. Sohbeti müessir, nefesi gayet mübarek idi. O vaazında 50 kişi tevbe edip yola geldi.
Bir vakit tuttular, zindana koydular:
- Kur'an mahluktur diye söyle, yoksa seni zindanda çürütürüz dediler. Bir yıl zindanda kaldı. Her cuma günü gusül abdesti alır, zindan kapısına gelir, mescide çıkmak için izin ister, zindancı destur vermez geri döner, yüzünü dergaha tutardı.
- Eğer beni kılıçla parça parça ederleerse de Kur'an mahluktur demem derdi. Sonra zindandan salıverdiler.
Bir gün bir yahudi geldi.
- Sende hakkım var dedi. Mehmed de: - Şu hasırın altında altın vardır, geçç al dedi. O gün kendisi kalem yontmuş, kalem kırıntılarını da hasır altına koymuş idi. Yahudi hasırı kaldırdı, gördü ki kalem ufağı altın olmuş. Taaccüb eyledi. Ve dedi ki:
- İçinde bunu gibi kişi olan din batıll olamaz, şahadet getirdi, Mehmed'in elinde müslüman oldu. Ve bütün kabilesi de müslüman oldu.
Dediler ki:
- Biz Tevrat içinde şöyle okuduk:"hanggi din haktır, o dinde kişiler ola, kalem yontalar, kalemlerinden düşen altın ola" İşte bu din hak dindir.
Mehmed bin Eslem Hz.leri Nişabur şehrinde vefat eyledi. Rahmetullahi Aleyh.
ŞEYH ALİ BİN SEHL (Kuddise sırruhu)
Hz. şeyh Ali bin sehli- isfesani kaddesallahu sırrahul aziz meşayıh-i kiram içinde müteayyen idi. Hz.Ebu Türab ve şeyh Cüneyd yarenlerinden idi. Şeyh ve Ebu Osman hz.leri ısfahana geldiler. Şeyh Ali hz.leriyle sohbet eylediler. Ebu Osmanın 30.000 dirhem borcu vardı. Şeyh birgünde ödedi.
Şeyh Alinin sözlerinden: Taat üzere olmak tevhid alameti, muhalif işlerden geri durmak saadet alametidir. Edep, istemek ve aramaktadır. Uçmak (cennet) dahi böyledir. Bir kişi elini güneş zerreleri içinde tuttuğu halde, güneş zerrelerinden elinde birşey kalmadığı gibi, günahtan kararmış gönüllere söz ancak bu kadar tesir eder.
Her kim ibadet ve taat ve amel kılmadan Allah'a yakınlık isterse onun yakınlığı şuna benzer : pencereden içeri giren güneşin şulesi, asıl güneşten ne kadar uzak ise onun da Hak'tan uzaklığı o kadar uzaktır. Zenginliği diledim, halk içinde buldum. Fahri istedim fakr içinde buldum.
Şeyh Ebul Hasan demiştir :
- Birgün şeyh Ali Hz.leriyle giderdik. Hz. şeyh Ali nagah : Lebbeyk dedi ve aşağı oturdu.Bu kez secdeye vardı. Gördüm ki ne, ölüm hali erişti., dedim.
-la ilahe illallah de.Tebessüm eyledi ve :
-Benim işim bitmiş. Eğer tevhid kelimessini bana şimdi duyurursan, onun azameti hakkı için ondan başka mabud yoktur. Benimle onun arasında izzet hicabından başka nesne yoktur dedi ve canını hakka ısmarladı. Ondan sonra şeyh Ebul Hasan bu hacalet içinde :
-Ben Allah velisine neme gerek idi ki tevhid kelimesini telkin eyledim. Ve hacalete ve hacalete dedi.